İmam-ı Rabbani (kaddesallahu sırrahul aziz) buyurmuştur ki:
“Yalan söylediği defalarca denenmiş olan bir kimse, 'Bu gece düşman hücum edecek' diye bir haber verecek olsa, bu haber üzerine o beldenin ileri gelenleri derhal savunma tedbirleri alırlar. Bu haberi veren kimsenin yalancı olduğunu bildikleri halde, o belanın giderilmesi çareler ararlar. Çünkü bilgi nereden gelirse gelsin, tehlike ihtimaline karşı her şartta dikkatli olmak lazımdır.
Hâlbuki daima doğrulardan haber veren Rasulullah (SAS) bizleri ahiret konusunda da çok kesin bir şekilde uyarmıştır. Durum böyle iken bu tür haberlerden görüyorum ki hiç kimse müteessir olmamaktadır. Eğer müteessir olsalardı, şüphesiz ki ondan korunma çareleri ararlardı. Kaldı ki Rasulullah (SAS) Efendimiz ondan korunma çarelerini de göstermiştir. Bu nasıl imandır ki doğru haberciye yalan haberci kadar bile itibar etmiyor!”
İmam-ı Rabbani (kaddesallahu sırrahul aziz) buyurmuştur ki:
“O kimse ki, en aşağılarda ve suça batmış, kötü huylu ve hâline mağrur, hiç alâkası yokken kemâl ve vuslata (ermeğe) tutkun, işi hep Allah’a isyan, ameli de daima üstün olanı bırakmak ve aşağıyı tutmaktır; ne yazık ona!
O kimse ki, halkın nazar ettiği yer olmak ister ve halkın nazar edeceği yeri harap eder; ne yazık ona!
Himmeti dış perdeye bağlanmış, mâsivânın (Allah'tan gayri olan mahlûklar âleminin) yoldaşı olmuştur, sözü işine uymaz, hâli de hayal üzerine dayanır; ne yazık ona!
Bu vehim ve hayallerden ona ne fayda gelebilir ve böyle söz ve tavırlardan ona hangi kemâl yolu açılabilir? Daima vebal ve suç üzerinde olmak onun vaktinin verimi; anlayışsızlık ve sapıklık da sermayesidir.
Bu seciye, fesat ve şirretliğin başlangıcı, zulüm ve isyanın kaynağıdır ve bütün ayıpların yuvası ve bütün günahların toplandığı yer. Böylelerinin hayırları lanete layık ve iyilikleri red ve tard olunmaya müstahaktır.”
Muhammed Ma’sum (kaddesallahu sırrahul aziz) buyurmuştur ki:
“Şeytan, maneviyat yolunun yolcusuna fenaya ermedikçe öfke anında sırayete yol bulabilir. Fakat nefsini fenaya erdirmiş bir kimsede öfkenin yerini gayret, yani kıskançlık ve düşkünlük alır. Gayret, şeytanı kaçırtır.”
Muhammed Ma’sum (kaddesallahu sırrahul aziz) müşahade hakkında buyurmuştur ki:
“Büyükler müşahede halinden yana gözlerini yummuşlardır. Onlara göre vuslat hayaldir, bu yüzden gayb ile yetinir ve bunu bin müşahededen üstün tutarlar. Gayretlerini kulluğa teksif ederler. İmama yetişip ilk tekbiri onunla almayı, bin kere tecelliye ermekten daha güzel sayarlar, zuhurattan ileri görürler. Huzur ve huşu içinde secde yerine bakmayı şühuddan ve müşahededen hoş bulurlar.”
Muhammed Ma’sum (kaddesallahu sırrahul aziz) buyurmuştur ki:
“Sevgilinin sevgiliye nimet vermesi de aç bırakması da bir olmalıdır. Seven, sevdiğinin in'amından da, acı vermesinden de zevk almalıdır. Hatta sevgilinin acı vermesi, nimet vermesinden daha hoştur. Çünkü nimette sevenin menfaati söz konusudur. Acı gelen şeylerde ise sevilenin hoşnutluğu mevzubahistir. Bu yüzden acılar, nimetten daha çok, kulu Allah'a yaklaştırır.”
Muhammed Ma’sum (kaddesallahu sırrahul aziz) yine sevgi hakkında buyurmuştur ki:
“Sevgi sadık müridi, şeyhinin kemâlâtını cezp etmeye sevk eden bir güçtür. Sevgi sayesinde mürid şeyhinin boyasına boyanır, onun fırınında pişer. Bu sevgi sayesinde gönül dünyası şeyhiyle bütünleşir. Onun aracılığıyla sevgi deryasında dalgıç gibi aşk incileri derlemeye başlar. Ancak sevginin zuhuru çoğu zaman hüzündür. Gönüldeki sevgi ateşi dışa hüzün olarak yansır. Nitekim Alemlerin Efendisi, Hz Peygamber (SAS) sevgi deryası olduğu halde daima hüzünlü idi. Gülmeleri bile tebessümden ibaretti.”