Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm.
Elhamdülillâhi Rabbi’lâlemîn. Hamden kesîren tayyiben mübâreken fîh. Kemâ yenbeğî li-celâli vechihî ve-li azîmi sultânih. Ve’s-salâtü ve’s-selâmu alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ecmaîn ve-men tebiahû bi ihsânin ilâ yevmi’d-din.
Emma ba’d.
Aziz ve muhterem kardeşlerim;
Allah-u Teâlâ hazretleri Kur’ân-ı Kerîm’inde buyuruyor ki:
Bismillâhirrahmânirrahîm
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ ءَامَنُوا لَا تَأْكُلُوا الرِّبَا أَضْعَافًا مُضَاعَفَةً وَاتَّقُوا اللَّهَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ
Yâ eyyühe’llezîne âmenû lâ te’külü’r-ribâ ed’âfen mudâafeh. Ve’tteku’llâhe le-alleküm tüflihûn.
“Ey iman edenler! Kat kat yapıp artırıp faiz yemeyin. Allah’tan korkun ki felaha eresiniz."
وَاتَّقُوا النَّارَ الَّتِي أُعِدَّتْ لِلْكَافِرِينَ
Ve’tteku’n-nâre’lletî uiddet li’l-kâfirîn. “Kâfirler için hazırlanmış ceza yeri olan cehennemden kendinizi sakının, koruyun.”
Müslüman olduğunuz halde faiz yerseniz, günahları işlerseniz siz de cehenneme girebilirsiniz, cehennemden kendinizi koruyun.
وَأَطِيعُوا اللَّهَ وَالرَّسُولَ لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ
Ve-etîu’llâhe ve’r-resûle le-alleküm türhamûn.
“Allah’a ve Resûlü’ne itaat edin ki; Allah’ın rahmetine, merhametine mazhar olabilesiniz.”
وَسَارِعُٓوا اِلٰى مَغْفِرَةٍ مِنْ رَبِّكُمْ وَجَنَّةٍ عَرْضُهَا السَّمٰوَاتُ وَالْاَرْضُۙ اُعِدَّتْ لِلْمُتَّق۪ينَۙ
Ve-sâriû ilâ mağfiretin min rabbiküm ve cennetin arduhe’s-semavâtü ve’l-ardu uiddet li’l-müttakîn.
Devamını bağlamak için baştaki âyetleri hatırlatmış oldum.
Ve-sâriû ilâ mağfiretin min rabbiküm. “Rabbiniz’den nail olacağınız bir mağfirete kavuşmak için; sürat yarışması yapın, koşuşun, süratlenin, yarışın.”
Ve-cennetin arduhe’s-semavâtü ve’l-ard. Uiddet lil müttakîn.
“Allah’ın müttaki kulları için hazırlanmış olan cennetine kavuşmak, onu elde etmek için yarışın, koşuşun.”
Burada müttakiler için cenneti hazırladığını bildiriyor:
Ve-sâriû ilâ mağfiretin min rabbiküm ve cennetin arduhe’s-semavâtü ve’l-ardu uiddet li’l-müttakîn. “Müttakiler için hazırlanmış olan cennete koşuşun, onu kazanmaya koşuşun.” buyuruyor.
Cenneti de belirtirken "arduhe’s-semavâtü ve’l-ard ". buyuruyor.
Birinci ard; ayn, r, dat ile; “genişlik” demek. Eskiden genişliğe 'arz' derlerdi, uzunluğa da tûl derlerdi.
“Bu arazinin arz’ı ve tûl’u nedir; eni boyu nedir? Veya İstanbul’un arz’ı ve tûl’u nedir? Enlemi nedir, boylamı nedir?” mânasına. Geniş olan şeye de arîz derler.
Adam oturdu, bu meseleyi arîz, amîk izah etti. Arîz “geniş” amîk “derin.” “Genişlemesine, derinlemesine izah etti.” demek. Arîz “geniş” demek.
Cennet, öyle bir cennet ki arduha “genişliği” es-semavâti ve’l-ard "şu gökler ve yer kadar geniş.”
Halbuki bu gökler, şu baktığımız yedi kat semâvât çok geniş yer. Ucunu bucağını hesaplayamıyorlar, ölçemiyorlar ölçecek alet yok. Işık yıllarıyla hesaplıyorlar.
Semâvâtın enini boyunu hesaplamak için; semadaki bir yıldızın bize mesafesini hesaplamak için metre kullanamıyorlar. Rakam yok. Sıfır sıfır sıfır sıfır sıfır sıfır... Rakam yok. Metre olmaz, kilometre olmaz.
Ne kullanıyorlar?
Işık yılı.
Işık yılı ne demek?
Saniyede üç yüz bin kilometre giden bir zaman ölçüsü. Bir saniyede...
Bir saniye ne kadar?
Bir diyecek kadar bir zaman. Saatinize bakın.. Tık tık tık tık tık.. İşte bakın, saniyesi devam ediyor.
Işık; bir saniyede, üç yüz bin kilometre mesafeye gidiyor.
Üç yüz bin kilometre mesafe ne demek?
Buradan Melbourne iki bin kilometre demek, oradan hesapla. Oradan da hesaplayamazsın.
Işık, bir tık yapıncaya kadar dünyanın etrafını kaç defa dolaşıyor. O kadar mesafeyi bir saniyede gidiyor.
Bir dakikada altmış saniye var. Bir saatte altmış dakika var. Bir saat üç bin altı yüz saniye eder. Bir günde yirmi dört saat var. Onunla onu çarpacaksın, bir rakam bulacaksın. Ondan sonra bir ışık yılını bulmak için; üç yüz altmış beş günü, üç yüz altmış beşle çarpacaksın. Işığın; bir ışık yılında, ne kadar uzağa gittiğini anla!
Diyor ki; “Bu yıldızın ışığı, beş milyon ışık yılı uzaktan geliyor.”
Anladın mı?
“Anlayamadım, kafama sıfırlar sığmadı. Kafam karmakarış karıştı.”
Niye bu muazzamlığı söylemek istiyorum?
Keşke şurası kara tahta olsaydı; çarpmalarla, sıfırlarla göstermek mümkün olsaydı da gösterseydik. Cennete girmek için, onu kazanmak için yarışın ki; o cennetin genişliği bu semalar ve bu arz kadardır, şu etrafınızda gördüğünüz yer kadardır.
“Cennet” diye burada tekil geçiyor. Bir cennet. Çoğul geçmiyor. Cennât olsa “cennetler” demek olurdu. Cennetün, “bir cennet” demek. Cennât, “cennetler” demek.
Şimdi niye cennet diyor?
Çünkü bir kişi koşuşacak, ona sahip olacak. Yarışı kazanan alacak.
Ötekisi?
O da bir başka cenneti alacak. Cennete giren bir bahtiyarın, en son giren, en son derecedeki, en sonuncu cennetliğin mükâfatı bu semâvât, bu arz kadar. Cennete girdin mi hesap orada acre ile değil.
Amma geniş mülk ya.. Biz burada cenneti unutuyoruz da; iki (acre) eykır, beş (acre) eykırın lafını ediyoruz!
Ve-sâriû ilâ mağfiretin min rabbiküm.
İlk önce Allah’ın mağfiretine koşmayı söylüyor Allah. “Allah’ın mağfiretine koşun. Rabbiniz’den mağfirete koşun. Müsâraat edin, süratte yarış yapın, sürat yarışı yapın.”
Yasak değil!
Bu dünya yollarında sürat yarışı yapmak yasak. Ömer Efendi yüz seksenle gitti, Hasan Efendi iki yüze çıktı. O, onun önüne geçmeye çalışıyor.İkisini birden geçti vesaire...
Polis ne yapar?
“Dur! Ne oluyorsunuz siz, hayrola? Çıkın bakalım ehliyetleri, verin bakalım ruhsatları. Al sana şu kadar ceza, al sana da bu kadar ceza."
Âhirette Allah’ın mağfiretine kavuşmak için, Allah yarışı kendisi teşvik ediyor.
Ve-sâriû.
Sâriû sözü; sürat sözünden çıkıyor.
Sürat kelimesinden, sâriû ne demek? “Süratte karşılıklı yarışın.” demek. Bir kişi olsa israu; süratli git. İsra' ; "Süratlen ya, ne yavaş gidiyorsun, geç kalacağız, tren kaçıyor." İsra’; süratlen demek.
Sârî ne demek?
“Süratte yarışın. Sen de süratli git, o da süratli gitsin ama daha hızlı gidin.”
Sürati Allah emrediyor. Allah’ın emri güzel değil mi ya! Sâriû, “Sürat yarışı yapın.” Nasıl yapacaksanız yapın.
Bu sürat, nasıl bir sürat?
“Allah’ın mağfiretine süratle gidecek yarış yapın.”
Mağfiret ne demek?
“Allah’ın günahları affetmesi.”
Cennete girmek için ilk önce Allah’ın kulları mağfiret etmesi lazım.
Mağfiret ne demek?
“Örtmek” demek. Bak, insan kelimeleri bildi mi ne kadar tatlanıyor. Âyet-i kerîmenin anlamına girdikçe insanın ağzı tatlanıyor.
Askerler başına kılıç gelmesin, ok gelmesin diye demirden bir şeyler giyerler.
Onun adı ne?
Miğfer. Mağfiret kelimesiyle ilgili. Kılıç darbesine karşı, gürz darbesine karşı başı örtüyor.
Eskiden demir yaparlardı, demiri de dikenli yaparlardı, “gürz” denilirdi; saplı, dikenli. Bir yerde dikeni yok, dikeni de dibe doğru kalınlaşıyor çepeçevre etrafı dikenli. Dikenli topuz.
Gürz; ne demek?
“Dikenli topuz” demek.
Bu demirden top, üstünde dikenleri var ama dikenlerin kökleri bu kadar, ucu böyle. Bundan bir tane patlattı mı onun kafasına giydiği şeyi deler mi?
Deler!
“Kalkan” ne demek?
İnsanı kılıçtan, mızraktan, bıçaktan koruyan şey. Onu giyiyor, buradan takıyor; bu elinde kalkan var, bu eliyle de karşı tarafa kılıç vuruyor.
Miğfer, zırh, kalkan; bunlar savaş aletleri. Mağfiret de “örtmek” demek. Miğfer “örtme aleti” demek. Başı örten alet, miğfer.
Miğferi eski insanlar kullanmışlar. Çünkü o zaman kılıç varmış, mızrak varmış, dikenli topuz, gürz varmış.
Şimdi askerler miğfer kullanıyor mu?
Kullanıyor. Askerlerin demirden kafasına geçirdikleri şey de miğfer. O da yuvarlak, demirden şapka.
Niye yuvarlak yapıyorlar da köşeli yapmıyorlar?
“Karşıdan kurşunu attığı zaman çarparsa kaysın.” diye. Yuvarlak yapışının sebebi; kurşun sekiyor, yuvarlak miğferden kafası korunuyor.
Miğfer “başı örtmek” demek. Mağfiret de Allah’ın neyi örtmesi demek?
“Kulun suçlarını örtmesi, kabahatini örtmesi” demek.
“Biz kabahatli miyiz hocam?”
Tepeden tırnağa, saçımızın kılından ayağımızın tırnağına kadar suçluyuz biz, kabahatliyiz.
“Hocam, müslümanlar da mı kabahatli?”
Müslümanlar da kabahatli. Müslümanların suçu o kadar büyük ki; Müslümanlar vazifelerini zamanında yapsalardı küfür bu kadar azgınlaşmazdı.
“Nereden biliyorsun?”
Çünkü Peygamber Efendimiz’in zamanında, müslümanlar vazifelerini yaptılar ve İslâm gelişti. Dört halife zamanında vazifelerini yaptılar, İslâm üç kıtaya yayıldı; Afrika’ya, Asya’ya, İspanya’ya geçti. Osmanlılar zamanında, daha sonraki zamanlarda Gelibolu’dan Trakya’ya, Balkanlar’a, Sicilya’ya geçti. Sicilya Adası, Malta Adası, İtalya’nın çizmesi bir ara müslümanların oldu. Müslümanların çok suçları var.
Bizim hâlimiz ne olacak şimdi?
Ne yapacağız?
O zaman başka bir çare yok! Hiçbir çare yok!
Ne çaresi var?
Allah’ın mağfiret etme çaresi var.
“Yâ Rabbi! Sen bizim şu kabahatlerimizi ört de kimse görmesin, kimse bilmesin. Başka bir çare yok.”
Ne lazım?
Allah’ın günahları bağışlaması lazım. Onun için ilk iş Allah’ın mağfiretini istemek, onu sağlamaya çalışmak, ona koşturmak.
Ve-sâriû ilâ mağfiretin min rabbiküm.
“Rabbinizden gelecek olan mağfiret nimetine nail olmak için koşun bakalım!”
Ve-sâriû ilâ mağfiretin min rabbiküm.
“Rabbinizden size ilk ve esaslı mükâfat olarak gelecek olan, gelebilecek olan mağfireti kazanmaya süratlenin bakalım.”
Bastır gaza, bastır, daha bastır, daha bastır!
“Hocam, zorluyorum.”
“Zorla! Ne kadar hızlı gidersen o kadar git!”
Ve-sâri‘û ilâ mağfiretin min rabbiküm. “Rabbinizden size gelecek olan mağfiret nimetine ulaşmak için, onu elde etmek için yarışın.”
Tabi bu sürat, yolda seksen, doksan, yüz, yüz on, yüz yirmi kilometre değil; hayrı çok yapmak suretiyle olacak.
Sen dün kaç hayır yaptın?
“Ne bileyim ben, bir sayayım bakayım; üç, beş.”
“Tamam, ben yedi hayır yaptım.”
“O bir şey mi, ben on beş hayır yaptım.”
“On beş bir şey mi, ben otuz hayır yaptım.”
Hayırlar çok!
Biz burada yemek yedik, uyuduk. Ama Medine’de kimisi sabaha kadar tesbih çekti, namaz kıldı. Mekke’de kimisi tavaf etti, gözyaşı döktü, neler yaptı yarış var. Onlar daha çok kazandı. Duranla durmayan, koşanla yürüyen, oturan bir olmaz.
İlk önce insanın mağfirete mazhar olması lazım. Her şeyin temeli, aslı, kökü, esası, anahtarı, başlangıcı o. İlk önce mağfirete koşun.
Ve-sâriû ilâ mağfiretin min rabbiküm.
Önce Allah bir affetsin, dur bakalım. İlk önce, “peki, seni affettim, sen bu tarafa geç, desin” bir. İlk önce mağfiret lazım.
Ve-cennetin arduhe’s-semavâti ve’l-ard.
Allah mağfiret etti mi ondan sonra cennetine sokacak. O cennetin genişliği de; bu yeryüzü ve bu semalar kadar büyük. Ne kadar güzel!
Uiddet li’l-müttakîn. “Bu da mü’minler için hazırlanmış.”
Allah bu kadar geniş cenneti, bir mü’min için hazırlamış. Bir sürü cennet var. Bunları mü’minleri için hazırlamış.
Ve’tteku’n-nâre’lletî uiddet li’l-kâfirîn.
Cehennemi de kâfirler için hazırlamış.
Ve’tteku’n-nâr, “Ateşten sakının.” diyor.
Müttakî ne demek?
“Sakınanlar” demek. Eğer bir insan cehennem ateşinden sakınırsa, Allah’ın kahrına gazabına uğramaktan sakınırsa, onlar için de bu tarafa cennet hazırlanmış. Allah bir tarafa cehennemi hazırlamış; kâfirlere ama mü’minler de suç işlerse girebilir. Bir tarafa da cehenneme düşmekten sakınanlar için mükâfat yeri olarak, Allah’tan sakınanlar için, müttakiler için cenneti hazırlamış.
Müttakiler; “sakınanlar” demek.
Nereden sakınıyorlar?
Allah’ın kahrına, gazabına uğramaktan sakınıyorlar. Ya da daha yüksek insanlar, daha kibar insanlar, daha efendi insanlar, daha seviyeli insanlar; “Aman, Rabbim razı gelmez!” diye rızasına aykırı iş yapmaktan sakınıyorlar. Ben öyle şey yapmam, istemem. Ben Allah’ın rızasını istiyorum.
الهى انت مقصىدى ورضاك مطلوبى
“İlâhî ente maksûdî ve rıdâke matlûbî benim esasım olmuş, temel kaidem olmuş; ben bunu kendime gaye edinmişim, ben öyle günahlı yeri istemem, haram parayı istemem!” diyor.
Allah’ın rızasını, sevgisini elden kaçırmaktan sakınıyor. Bu yüksek kulların işi. Gece kalkıyor, yalvarıyor, yakarıyor…
Peygamber Efendimiz’in ayakları acımış, şişmiş de Hz. Âişe anamız diyor ki;
“Niye bu kadar helak ediyorsun kendini?”
Ayaklarını ovuşturuyor; ayakları acımış, şişmiş. Hanımının, yaşı küçük, Peygamber Efendimiz ondan ne kadar yaşlı. Ayaklarını ovuşturuyor, bir taraftan da diyor ki;
“Anam babam sana feda olsun, ey Allah’ın Resûlü. Niye bu kadar yoruyorsun kendini? Ayakların şişecek kadar... Allah seni affetmedi mi, mağfiret etmedi mi, ‘Gelmiş, gelecek günahların mağfiret oldu.’ diye Fetih sûresinde bildirmedi mi? Kendini bu kadar helak etmenin sebebi ne?”
افلا اكون عبدا شكورا
Efelâ ekûne abden şekûrâ. “Öyleyse bu saydığın nimetlere karşı niye şükredici bir kul olmayayım?” buyuruyor.
Şükürden yapıyor. Şükretmek için yapıyor.
Peygamber Efendimizin günahları yok, günahsız. Zaten peygamberler masumdur, günahlardan masum, korunmuştur. İsmet sıfatı “korunmuşluk” demek.
Peygamber Efendimiz günahlardan korunmuş ama duasında diyor ki:
أَعُوذُ بِرِضَاكَ مِنْ سَخَطِكَ، وَبِعَفْوِكَ مِنْ عُقُوبَتِكَ، وَبِكَ مِنْكَ
Eûzü bi rıdâke min sahatike. “Kızgınlığından nereye gideceğim, rızana sığınıyorum yâ Rabbi! Senin kızgınlığından rızana, hoşnutluğuna sığınırıyorum.” Ve-bi afvike min ukûbetike. “Cezayı yapıştırmandan, beni cezalandırmandan affetmene sığınıyorum yâ Rabbi!” Ve-bike minke. “Senden sana sığınıyorum yâ Rabbi!”
Başka yer yok!
Rabbimiz’in rızasını kazanmaktan başka çare yok! Ama kimisi günahtan sakınıyor, kimisi Allah’ın rızasını kaybetmekten, sevgisini kaybetmekten sakınıyor. Kimisi Allah’ı seviyor; “ya Allah beni sevmezse, sevmez duruma düşersem” diye tir tir titriyor.
Eğer beni öldüreler.
Külüm göğe savuralar.
Toprağım anda çağıra.
Bana seni gerek seni.
Yunus Emre’nin o aşkı, o şevki, o muhabbeti, o sözleri... O, aşk deryasına dalmış, sevgi ile dolmuş, Allah sevgisini içine iyice yerleştirmiş, başka sevgi tanımıyor. Hayat, varlık, mal, mülk… Bunlar şurada dursun. Allah’ı seviyor.
Niye Allah’ı seviyor?
Çünkü bütün güzellikleri yaratan ve bütün güzelliklerin sahibi Allah. Bizim aklımız olsa, biz de Allah’ı severiz. Şuurumuzun derinliği nisbetinde, marifetimizin çokluğu nisbetinde hayran oluruz.
Bir ufuktaki güneş doğarken, bir güneş batarkenki renklerden hayran oluyor insan. Bir deniz kenarındaki manzaradan hayran oluyor.
“Manzaraya bak, ne şahane manzara! Şurada bir ev yapacaksın, oturacaksın.”
“Ne var, hayrola?”
“Manzara güzel!”
Bir manzaranın karşısında hayran kalıyor insan.
Allah-u Teâlâ hazretleri her güzelliğin sahibi ve hâlikı. Senin gördüğün güzellikleri yaratan da Allah. Bildiğin bilmediğin her güzelliğin sahibi de Allah. Aklı olsa insan, her şeyi bırakır Allah’ı sever. Aklı nisbetinde, mârifeti nisbetinde, mü’min bir insan...
Onun için aziz ve muhterem kardeşlerim!
Bizim de edepsizlikten, günahtan sakınmamız lazım! Ama edepsizlikten, günahtan sakınmaktan daha yüksek bir seviye var:
Allah’ın sevgisini kaybetmekten sakınmamız lazım. Allah mü’min kulları seviyor, imana gelenleri seviyor.
وَاللَّهُ يُحِبُّ الْمُحْسِنِينَ
Va’llâhu yuhibbü’l-muhsinîn.
فَإِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ الْمُتَّقِينَ
Va’llâhu yuhibbü’l-müttekîn.
وَاللَّهُ يُحِبُّ الصَّابِرِينَ
Va’llâhu yuhibbü’s-sâbirîn.
Kur’ân-ı Kerîm’de neleri sevdiğini sıralıyor. “Ben onları seviyorum.”
يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُٓ
Yuhibbühüm ve yuhibbûnehû.
“Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever.” diye bazı iyi insanları anlatıyor.
Yuhibbühüm ve yuhibbûnehû. “Allah onları seviyor. Onlar âşık-ı sadıklar. Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever.”
Demek ki Allah’ın sevgisini hedef almışız, güzel! Bu yolda devam edelim. Allah’ın sevgisini kaybetmekten, kazanılmış o sevgiyi elden kaçırmaktan, iflastan korunalım, sakınalım. Günahtan sakınalım, cehennemden sakınalım.
Müttakî, “sakınan” demek. Müttakiler, sakınanlar için hazırlanmış ve eni şu semalar ve yer kadar olan cennete, cenneti kazanmaya koşuşalım.
Allah-u Teâlâ hazretleri bizi o sâriû emrini anlayıp rızasını kazanmaya koşturanlardan, süratle koşanlardan eylesin. Müttakilerden; o cennetleri kazananlardan eylesin.
Subhâneke lâ-ilme lenâ illâ mâ allemtenâ inneke ente’l-alîmü’l-hakîm.
Sübhâne rabbike rabbi’l-izzeti ammâ yasifûn ve selâmün ale’l-mürselîn ve’l-hamdülillâhi rabbi’l-âlemîn.
El-Fâtiha.